Dipsiz bir karanlık ve sessizlik içinde yattığı yerden aniden doğrulmak istedi. İki karış yukarıdaki sert tahtaya alnını vurdu. Sırt üstü uzanakaldığında henüz bedenini hissettiği söylenemezdi. Bir duygu varlığından ibaret olarak tekrar telaşla dogrulmaya çalıştı, tekrar alnından vurularak bir titreyiş halinde düştü. Korkuyla karışık bir öfkeyle gene denedi. Sonuç değişmiyordu… Kehribara hapsolmuş bir sivrinek gibi sanki vızıldıyor ancak vızıltısı beyninin içinde sıkışmış korkunç bir gürültüyle ugulduyordu. Sesini duyan kimse yoktu. Bir müddet yattığı yerde kollarının olması gereken yerdeki uzuvlarını oynatmaya calıştı. Nafile. İpekten çapraz bağlarla sarılmıştı adeta. İçinde bulundugu zamandan kacmak isteyen her kimse gibi onun bilinci de geriye dogru hareket etmeye başladı. İlkin anlık gorüntüler halinde kopuk kopuk birleştiremediği bir yıgın imajla boguştu. Yavaş yavaş resimler birleşmeye akışkan hale gelmeye başladığında örüntüye yüksek bir ses ve kokular da dahil olmaya başladı. Yerussalemdeydi. Etrafına toplanan kalabalık, küçük birer gülle ebatında şekilleri birbirinden farklı siyahlı beyazlı karışık renkli taşları iğrenti öfke hatta kimseye gostermek istemedikleri sucluluk duygusuyla olanca güçleriyle ona atıyorlardı. Sersemlemis bir halde yere düştü. Onun suç ortağı olmakla sucladikları kadın da yerdeydi.Uzun kalın saç orgüleri toza topraga bulanmıştı. Çaresizligi ve pişmanlığı ta kuyruk sokumunda hissederken yavaş yavaş görüntü sararıp soluklaştı. Kısa bir boşluğun ardından farklı bir yerde açtı gözlerini. Peruda büyük bir piramidin tepesinde üç parça kayadan mamul taş kapıdan cıkarılıyordu. Aşağidaki kalabalığın coşkun seslerini işitiliyordu. Ciğerlerine çektiği havanın kokusu kendisine refakat eden rahiplerin dilleri kadar yabancı ancak tanıdık geldi ona. Gururlu ancak içten içe buruk bir hali vardı. Taş sunağa itiraz etmeden uzandı. Güneşin parlaklığı gorüşünü engellese de sağ yanında uzunca bir cübbe giymiş olan devasa baslıklı rahibin elindeki obsidyen uçlu kemik bıçağı seçebiliyordu. Hızla göğsüne inen bıçağı takib eden eller o kadar usta idi ki yerinden sökülen kalbini gökyüzüne dogru kaldıklarında hala görebiliyordu. Sarsıldı ve yeni bir görüntüye kapıldı. Bu kez dilinde tuz tadı vardı. Göğsü bir gemi direğine dayalı elleri direğin önünden birleştirilmiş şekilde bağlanmış sekilde ayaktaydı. Kendi baslattığı belki haksız ve başarısız bir isyanın suçlusuydu. Sırtında açılan kamçı yaralarının bir kısmı kurumuştu, belliki uzun süredir bu haldeydi. Tükenmişti… Tekrar bu ölüm döngüsüne girmeden kapalı kaldığı tabutunda düşünmeye çalıştı. Tüm bunları niye yaşıyordu ? Kendi eylemleri kacınılmaz olarak bir felaketle sonuçlanıyordu. Her seferinde aldattığı digerleriyle beraber gene kendisiydi. Yaşadıkları ceza değil sonuçtu. Sonsuz neden sonuç döngüsünün içinde uzanarak bir sonraki ölümünü gözlemeye başladı. Hırıltılı bir biçimde güç bela nefes alıp vermeye çalışıyordu. Felcli gibi yerdeki sert şilte ve uzun silindir biçimli bir yastığa kafasını koymuş yatıyordu. Samuray sınıfından otuzlarının sonundaki sert mizaçlı bu adam alışkın olduğu biçimde ayağa kalkıp etrafına emirler vermek istese de yapamıyordu. Çaresizliğine büyük bir öfke eşlik ediyordu bu kez. Bedeninin ve varoluşunun aşağılanmasına katlanamıyor belki de çocuklugundan beri ilk kez gözyaşı döküyordu. Samuray tam olarak anlayamasa da O hissediyordu. Neredeyse gülümseyecekti. Öfke anlamsızdı… Dehşet içinde bir başka zamana geçtiginde yapayalnızdı. Bu kez bedeninin taşıyamadiğı ancak fiziksel olmayan bir acı hissediyordu. Sadece bu acı bile onu öldurebilirmiş gibi hissetti. Çocuğunu kaybetmiş bir anne olarak suçluluk duygusuyla uçurumun kenarindaydı. Hava karanlıktı ,yağmur damlaları daha önce görmediği kadar iriydi sanki cam kırıkları gibi soguk rüzgarla etini kesiyor gözyaşları ulumaya benzer haykırışlarına karışıyordu. Beklemeden ve tereddüt etmeden kendini aşağıya attı. Ölürken bile çektiği acı dinmemisti. O halde yaşamanın anlamı neydi ? Git gide karanlığı artıyordu… Gözlerini de Romada karanlık bir zindanda açtı bu kez. Yaşlı mı yahut cok mu eziyet görmüş ve vaktinden önce yıpranmış olduğunu ayırt edemedi. Çürümüş etle karışık idrar kokusu her yere sinmiş , hücresini paylaştığı diğerlerigibi o da yerin altındaki taş duvarlara zincirlenmişti. Uzun zayıf saç ve sakallarıyla bir iskeletten farksızdı. Kimsenın umurunda değildi, hatta o kadar degildiki onu oldürmeye bile gerek görmediler. Kendi kendisineuzun ve yavaş bir biçimde ölmesi gerekmişti… Yaşayıp ölmekten yorulmuşsa da artık yorulmaktan da yorulmuştu. Son ölümü Afrikada bir arslanın pençe ve dişlerinden gelmuşti. Bedenini bezden bir bebek gibi sallanirken ve boynu aslanın dişleri arasındayken buldu kendini. Bedeni kendisinindi ancak kendisi değildi. Garip biçimde rahatlatıcı bir his diye gecirdi içinden. Hafifleyip gökyüzüne doğru uçuyormuş gibi hissetti.
İçinden; böylece yaşayıp öldü dedi yüce Oktamegistus. Yedi kez ölüp sekiz kere dirilen… Yapabilseydi bacak bacak üstüne atıp ıslık çalardı. Ancak yapamadı…